Sevgili Davetliler,
Hepinizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum. İnsanlığın medeniyet tarihinde çok derin izlere sahip olan Çorum’da bulunmak hem de çok güzide bir sivil toplum örgütü olan Çorum Aydınlar Ocağının davetli olarak aranızda olmaktan ziyadesi ile bahtiyar olduğumu ifade etmek istiyorum. İnşallah sizlere bugün “Sivil Toplu ve Sendika” konusunda bilgi sunmaya gayret edeceğim.
Sevgili Dostlar,
Küresel güçlerin dünya üzerinde adaleti hiçe saydığı, bölgemizde zulmü derinleştirdiği, insanların etnik, dini, mezhebi ve kültürel farklılıklarını tahrik edip çatışmaya sebebiyet vermek yoluyla sömürü düzenini tesis etmeye çalıştığını müşahade etmekteyiz. Emperyalist devletler, tüm bunları yaparken girdikleri her coğrafyaya medeni ve demokratik değerlerin nimetlerini taşıyacağız iddiası ile hareket etmektedirler. Kendilerince medeniyet bakımından çağdaş dünya ile buluşturma adına sözde el uzattıkları ülkelerde, Batı’nın gündeme taşıdığı demokratik değerlerin en başında gelenlerden biri sivil toplum/kuruluşu kavramıdır.
Batı’nın medeniyet gelişimi çerçevesinde, çok farklı anlamlar kazanarak günümüze kadar gelen sivil toplum kavramı, bireylerin kendi özel hedeflerine ulaşmak için, diğer bireylerle karşılaşma alanı olarak işlev gören, aynı zamanda bireylerin kimlik duygusunu kazanmasına zemin oluşturan bir yapıya sahiptir. Bu alanda kazanılan kimliğin mahiyetini, bireylerin birbirine karşı güçlerini idrak ettikleri ve paylaşılan ortak çıkar ilişkisini içselleştirildiği bir aidiyet duygusu oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle Batı’ya göre sivil toplum, bir yönüyle bireylerin birbiriyle çıkar çatışması içine girdiği, diğer bir yönüyle de var olmak için birbirlerine olan ihtiyacın idrak edildiği, bu birbirinin zıttı gibi görünen, ama aslında birbirini tamamlayarak bir bütün oluşturduğuna inanılan zeminin üzerinde, bireylerin bir vatandaş olarak seküler kimliklerini inşa ederek toplum hayatına katıldıkları alana verilen addır.
Batılı aydınlara göre, binbir zahmet verilerek yükselinen bu medeniyet aşamasına en büyük tehdit, İslam düşünce sisteminden gelmektedir. Cenneti, bu dünyada inşa etmeye niyetlenmiş, sivil toplum ve demokratik değerleri bu hedefe giden yolda en önemli araç olarak gören, ancak son zamanlarda adalet, göç, güven ve özgürlük sorunundan bunalmış insanlığın çıkmazlarına cevap vermekte zorlanan Batı medeniyeti, insanlığın bu çıkmazlarına cevap bulma potansiyeline sahip gördüğü İslam düşünce sisteminin üretken yapısı ve dinamik insan gücünden ürkerek, bu gücü terörle özdeşleştirip ötekileştirerek, değersizleştirmeye çalışma niyeti ile amansız bir savaş içine girmiştir.
Batı’nın, İslam dünyasına açmış olduğu bu savaşta en büyük hedeflerin başında Türkiye gelmektedir. Türkiye dışındaki İslam coğrafyasını bir şekilde hal yoluna giden Batı medeniyetinin, Türkiye’nin tarihi müktesebatını ve buna uyumlu dinamik insan gücünün ortaya koyduğu enerjiyi bertaraf ederek yoluna devam etmekte çektiği zorluk da zaten gözükmektedir.
Türkiye’nin, Batı ile girdiği mücadelede başarı elde etmesinin yolu hem tarihi köklerinden hem de Batılı değerlerden beslenerek yol alması bağlıdır. Bu kapsamda üzerinde durulması gereken en önemli birinci nokta, Batı menşeli sivil toplum kavramının Türkiye’de nasıl anlaşılması ve özümsenmesi gerektiği ve ikinci olarak sivil toplum örgütlerinin faaliyet alanlarını belirlerken, hangi çerçeve dahilinde hareket edileceğidir.
Sivil toplum Batı’dan aldığımız kavramlar arasında hayatımızda en çok yer tutan ve tutmaya da devam edecek olan bir kavramdır. Türkiye şartlarındaki sivil toplumun işlevi, devletin dışındaki hayatın akışını sağlam bir zeminde oturmak olmalıdır. Sivil toplumun bu işlevi yerine getirebilmesinin en asgari şartı, hukuk devleti ve sınırlı devlet ilkesidir. Hukuk devleti denince, tüm vatandaşlarını eşit gören; bir suça iştirak etmediği müddetçe vatandaşlarına müsavi olan; insan olmanın gerekli kıldığı temel haklarda kısıtlamaya gitmeyen; yöneticilerinin kendilerini keyfi uygulamalardan beri tuttukları ve sivil toplum kuruluşlarının kendi aralarındaki rekabet ortamında taraf tutacak şekilde müdahale etmedikleri yapı akla gelmektedir. Sınırlı devlet denince, devletin toplum yaşamında vuku bulan ekonomik, kültürel ve sosyal alanlara zorunlu kalınmadığı müddetçe müdahale etmemesi anlaşılmaktadır. Zira bu alanlara olur olmaz müdahale edilmesi, sivil toplumun faaliyet alanlarının daralması manasına gelmektedir. Aynı zamanda sivil toplumun gelişimi açısından devletin bu niteliklere sahip olmasının yanında, sivil toplumun da taşıması gereken özellikler mevcuttur.
Sivil toplum en önemli araçlarından biri olan STK’lar, siyasal toplum (devlet) ile sivil toplum (millet) arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde en önemli toplumsal örgütlenmelerdir. En büyük iktidar örgütü olan devletin var olması için, örgütlenmiş siyasal iktidara hükümet denir. Daha sonra siyasal iktidara talip olan diğer siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları gelir. Devletin dikkate alması gereken topluma kamuoyu denir. Hükümet kamuoyunun istek ve arzularını gerçekleştirmeye gayret ederken, sivil toplum örgütleri bu süreçte kamuoyu adına gördüğü eksiklik ve noksanlıkları eleştirel bir üslupla hükümetle paylaşmakla yükümlüdür. Sivil toplum/kuruluşu kavramının içinin, tarifi yapılan çerçeve içerisinde doldurulması ve beslenmesine arka plan oluşturacak milli tecrübe müktesebatına, Türk-İslam medeniyet tasavvuru ziyadesi ile sahiptir. Ancak mevcut durumda bu hazineden beslenmek yerine, işin kolayına kaçarak hükümet eden siyasi iktidara ya da iktidar etmek isteyen diğer siyasi partilere payanda olarak güçlenme yoluna seçen sivil toplum kuruluşları, varlık ve meşruiyet gerekçelerine sırtını dönerek büyük bir yanlışın içine girmektedir. Ne hükümet eden siyasi iktidarın arkasına sığınıp makam ve mevki elde ederek güç kazanmaya çalışmak, nede hükümet eden siyasi iktidarın her zaman karşısına dikilerek hep muhalefet gibi davranarak sivil toplumun hakları savunulabilir. Aslında bu hastalıklı ahlakın arkasında sivil toplum kuruluşlarını makam ve mevki elde etme ve rant temin etme aracı olarak gören sakat zihniyet yatmaktadır. Netice itibari ile sivil toplum örgütlerinin niçin var olması ve nasıl hareket etmeleri gerektiği hususu, hem meşrûiyetlerinin hem de ahlaki yapılarının içini dolduran en önemli husustur. Sivil toplum kuruluşları, Türk milletinin manevi ve kültürel dinamiklerine dayanmalı ve yerine getirdikleri işlevin bir ahlak çerçevesinde ruh kazanması için, insana hizmeti merkeze alan bir anlayışı esas almalıdır.
Her toplumda farklı siyasi kültürler mevcut olabilir. Bu farklılıkları bir çatışma unsuru değil düşünce zenginliği olarak görmek, bunu paralel olarak ihtilafları çözebilecek ya da en azından çatışmaya dönüştürmeden devam edebileceği asgari bir mutabakat çerçevesinin çizilebileceği siyasi iklimin oluşmasını sağlamak, Türk toplumunun en önemli görevi olmalıdır. Siyasal toplum ve sivil toplumun bu kapsamda ortaya koyacağı siyasi irade, Türkiye’nin iç ahengini temin etmenin yanında, Anadolu’ya ümit bağlamış mazlum coğrafyaların gözü yaşlı insanlarının ümitle beklediği bir gelişmedir.
Sevgili Dostlar
Konuşmamın birinci bölümü olan sivil toplum kavramını geniş bir çerçevede ele aldıktan sonra konuşmamın ikinci bölümü olan sendika kısmına geçmek istiyorum.
Sevgili Dostlar
İnsan onuruna yakışan bir iktisadi zihniyetin nasıl olması gerektiğini idrak etmek ve içselleştirmenin bir yolu da insanoğlunun iktisat tarihini/birikimini/tecrübelerini iyi okuyabilmekten geçmektedir. İnsanı merkeze almayan ekonomik süreçlerin tarihini anlamak için matematik, mantık ve felsefe gibi nedensellik ilişkilerini doğru anlamaya yarayan disiplinlerle toplumsal kurumları, yapıları ve bunların kendi aralarındaki ilişkileri inceleyen sosyoloji gibi disiplinlerin yardımına ihtiyaç vardır. Bu geniş çerçeveden bakıldığında insanlık ailesinin üretmiş olduğu iktisadi kurumlar ve kavramlar, her ne kadar insanlık tarihinin ortak birikimini ifade etse de, her medeniyet anlayışının varlık duyuşu/bilgi duyuşu/ değer duyuşunun farklı olması nedeniyle ortaya çıkan kurum ve yapılar da farklılık arz etmiştir. Bazen de farklı medeniyetlerin ürettiği kurum/yapı ve kavramlar diğer medeniyetlere geçişkenlik sağlamıştır. Burada önemli olan nokta bir medeniyetten diğer bir medeniyete transfer edilen bir kavramın, geçişkenlik yaptığı medeniyete tercüme edilerek içselleştirilebilmesidir.
Sendika kavramı ve beraberinde ekonomik işlevleri ilk olarak Batı toplumunda yaşanmış bir tarihtir. Batı toplumunu tanımlayan ana özellik sınıflı bir toplum yapısına sahip olmasıdır. Ortaçağ Avrupa’sında servetin belli ellerde toplanmasına imkân sağlayan feodal sosyo-ekonomik düzen ile köleci arka planı, kast sistemine benzer bir sınıflılığı beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifadeyle Ortaçağ Avrupası’nda sınıflar, topluma yön tayin eden aynı zamanda değişmez kurallar ve geleneklerden beslenerek aralarında geçişlerin ve ilişkilerin imkânsız olduğu bir toplum yapısının en belirgin özelliği olmuştur. Bu arka plan üzerine inşa edilen kapitalizm süreciyle ancak Batı toplumu fikir olarak eşitlik ve özgürlük ile tanışmıştır. Teorisinde potansiyel olarak herkes için eşit imkân ve fırsat vaat eden kapitalizm, bu yönüyle feodal düzenden ayrıldığını ilan etmiştir. Sınıf farklılıklarının ekonomik yapı, eğitim ve yoksulluktan kaynaklandığına inanılan bu sistemde, eskiye göre değişen en belirgin nokta emeğin piyasada özgür dolaşımına verilen imkândır. Aslında buda sonraları anlaşılacağı gibi, özgürlüğüne henüz kavuşmuş olan köleler için, hayatın kölelikten bile çetin şartlar içeren yüzüyle karşılaşmalarına zemin hazırlayan bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu negatif süreç “Refah Devleti” uygulamalarına geçinceye kadar sancılı bir şekilde devam etmiştir. Refah Devleti uygulamalarıyla Batı’nın sınıflı yapısı ortadan kalkmasa da, bu kategorilerin keskin ve çatışmalı sınıf mücadeleleri eski gücünü yitirmiş; sınıflar hiç olmadıkları kadar birbirine yaklaşmış ve hatta aralarında geçişkenlik oluşmaya başlayınca, insanlar artık kendilerini sınıflar üzerinden tanımlama ihtiyacı hissetmemeye başlamıştır. Bu psikolojiyle artık sınıflara mensup olanlar, sosyo-ekonomik düzeyde sorunların halledildiğine kanaat getirerek, bundan sonraki mücadelelerini sosyal/kültürel/eğitsel alanlara doğru yoğunlaştırmaya başlamıştır. Bu durumun neticesinde sınıfsal örgütlenmelerin mahiyeti, hiyerarşik örgütsel yapılanmalara dayalı çatışmacı ve zıtlaşmacı sendikal mücadele perspektifinden farkı olarak, sosyo-kültürel zemine oturan bir sendikal anlayışa kaymaya başlamıştır. Batı’da gelinen bu son aşamada sınıflı toplum ve sendikal anlayışın geldiği nokta, mutlak eşitliğin zaten mümkün olmadığı, ancak olması gerekenin insanlar açısından statü eşitliğinin mutlaka sağlanması gerektiğidir.
Batıda sendika ve ekonomik işlevi konusunda çok çetin mücadeleler ile dolu bir tarih yaşanırken, geleneksel üretim ve toplum yapısından sanayi inkılâbıyla birlikte başlayan modern toplum yapısına Batıdan sonra geçiş sağlayan Türk toplumunda, farklı bir medeniyet koduna sahip olan Batının sosyal yapısının ürünü olan sendika kavramının ve işlevlerinin nasıl içselleştirmeye çalışıldığına bakıldığında şu tespitler ortaya çıkmaktadır: Osmanlı Türkiye’sinin mirası ile Cumhuriyet Türkiye’sinin gelecek tasavvuru arasında uzunca bir süre bocalayan Türkiye’de, Demokrat Parti dönemiyle başlayan köyden kente doğru nüfus akışı, seksenlerden sonra yeni piyasa dinamiklerinin ekonomik hayatımıza girişi ve küresel aktörlerin devreye dâhil olmasıyla merkez-çevre dengesi demokratik ve liberal bir seyir eşliğinde hızlı bir sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi değişim içine girmiştir. Bu değişim süreciyle birlikte eski çevrenin/yeni merkezin önemli aktörlerinden reformist muhafazakâr sermaye sahipleri, kapitalizm ile derin bir bütünleşme yaşamaya başlamıştır. Böylece çalışma hayatında emek sömürüsünün had safhaya ulaştığı bir taşeronlaşma süreci örneğinde somutlaştığı gibi emeğin değerinin nitesizleştirildiği ve hak ettiği kıymeti alamadığı, neticesinde de artan yoksulluk sıkıntısıyla birlikte uzun vadede belki de sınıflı bir toplum yapısının oluşumuna zemin hazırlayan olumsuz bir sürece girilmiştir. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen aile, din, akrabalık, hemşerilik ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlı olan Türk toplumu sınıflı bir toplum yapısının oluşumuna direnç göstermektedir.
Türk toplumunun medeniyet tasavvuru, insanların birbirinden bağımsız ve birbiriyle mücadele eden değil, karşılıklı bağımlılık ve yardımlaşma üzerine inşa edilen bir zihin yapısına dayanmaktadır. İnsanoğlunun maddeyi algılarken hangi “zihin yapısı” ile hareket ettiği, sadece kendisini ilgilendiren değil, çevresini de etkileyen bir mahiyet arz eder. Bu etkinin beklide en bariz hissedildiği alan ekonomidir. İktisadi sistemlerdeki hastalıklı zihin yapılarının ürettiği insandaki aşırı tüketim hırsının ve bencilliğinin önüne geçebilecek biricik güç ahlaki değerlerdir.
Modern toplum yapısının ürünü olan “dinamik iktisat zihniyeti” maalesef ki ahlaki değerleri işleyen sistemi içine almak istememektedir. Ancak insanoğlunda bulunması gereken “bireysel sorumluluk” ile “sosyal sorumluluk” arasındaki dengeyi kurabilecek gücünde, geleneksel toplum yapısının ürünü olan “statik iktisat zihniyeti”nin de beslendiği “ahlaki değerler” olduğu gün ışığı gibi ortada durmaktadır. Zira insanların ekonomik faaliyetlerini ve sosyal hareketlerini yaptıkları kişisel tercihleri ve seçimleri tayin eder. Aynı şekilde toplum yaşamındaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin bir işlev görmesi de toplumun ahlaki tercihleri ile bağlantılıdır.
Ülkemizin ekonomik işleyişine hâkim olan ve üzüntü verici olarak reformist muhafazakârların da eklemlendiği kapitalist sistemin kurucu babalarından olan Adam Smith, “ahlakla ekonomi birbirinin zıddıdır” diyerek, ahlakın, bireyin maddi çıkarına zarar verdiğini ve dolayısıyla toplumun ekonomik gelişimine sekte vurduğunu iddia etmiştir. Batı’nın tasavvur ettiği bu hastalıklı anlayışın erdemlerden yoksun “teknik insan” tipini model alan iktisadi zihniyetin, ülkemizi getirdiği uçurumun dibi, artık ayan beyan gözler önündedir.
Ekonomik kalkınma bakımından maddi boyutta bugün takdiri hak eden ileri bir düzeye gelinmiş olunsa da, artık “iş kazalarında Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsü olan bir ülke” konumuna terfi ettiğimizde ortada olan bir hakikattir. Yine aynı şekilde ülkemizde en fazla servete sahip % 10’luk dilimin toplam servet içindeki payının iki binli yıllarda % 66 iken 2014 yılında % 77’leri tırmanması servet dağılımındaki adaletsizliği hangi noktaya doğru seyir takip ettiği göstermektedir. Akıp giden bu süreç, üretim yapan insanın sanki bir insan değil de robotmuş gibi algılanmasının bir sonucudur ve bir iktisadi zihniyet sorunudur.
Batı yaptığı yanlışın farkına ödediği ağır faturalardan sonra vardı. Bugün ahlaki dokunun iktisadi zihniyet üzerinde etkin bir unsur olduğu sonucuna ulaştı. Kendi insanının yaşadığı coğrafyalarda, tespit ettiği bu noktaya azami dikkati gösteren politikaları hayata geçirmeye başladı. Biz bugün Batı’nın ulaştığı bu hakikatin çok uzağındayız. Kendi değerlerine sırtını dönerek, Batı’yı geriden takip eden bir ülke olmamız nedeniyle, entelektüel birikimimizin ürünü olan -Nurettin Topçu gibi mütefekkirlerimizin ortaya koyduğu- “etik insan” modelini esas alarak hareket etme iradesini ortaya koymamız gerekmektedir. Hem siyasette hem sivil toplumda hem ekonomide kısacası hayatın her alanında, ahlaki değerlerimizi içselleştirmiş fertlerden oluşan bir toplum olma yolunda gayret göstermeliyiz.
Sözlerimi Erol GÖNGÖR Hocamızın ifadeleriyle tamamlamak istiyorum, çeşitli cemiyetleri kültür bakımından ayırt eden şey kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade, bu alet ve vasıtaların gerisindeki zihniyet ve manevi kıymetler bütünüdür. Bu kapsamda bugün değerlendirmesini yaptığımız genelde sivil toplum özelde sendika kavramlarının ve ekonomik işlevlerinin ülkemizde birbirine paralel olarak iki ana damar üzerinde yürümesi gerektiği kanaatindeyiz: Birincisi sosyo-ekonomik damar ikincisi sosyokültürel damardır. Bu damarların ikisini de diri tutarak güçlü bir sivil toplum ve sendikal anlayışı çalışma ve toplum hayatına hâkim kılmaya çalışan bir zihni yapıyla hareket edilmesidir.
Sevgili Davetliler,
Kıymetli vakitlerinizi ayırarak sabırla beni dinlediğiniz için hepinizi ayrı ayrı teşekkürlerimi sunuyorum. Sağ olunuz var olunuz.
Okunma Sayısı :
676
17 Kasım 2018