İslamiyete göre insan oğlu dünya hayatında “zaman” ve “mekân” ile sınırlandırılmış bir “imtihan” sürecindedir. Bu hakikat Kuran-ı Kerim’de cennetten çıkarılan Hazreti Âdem ve eşi kastedilerek “… sizin için yer yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” ve “… tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelirde kim ona uyarsa onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyecektir” ayetleri ile ifade edilmiştir. Geçici bir ikametgâh olan dünya ile ilgili bu hakikat karşısında insan ve dolayısıyla toplumlar kendilerini konumlandırma ihtiyacı hissetmişlerdir. Kadim milletlerin başında gelenlerden biri olan Türk Milleti de bu ihtiyacı hisseden toplumlardan biridir. Mekân ile ilişkisinde “kızıl elma” ideali ile hep akıcı, dinamik, göçebe bir ruha sahip olan Türkler, mekân üzerindeki akışı “Nizam-ı Âlem” ile ifadelendirerek, bu düzeni tesis noktasında ise “devleti ebed müddet” ideali ile kalıcı yapılar oluşturmayı hedef almıştır.
******
Türkler, ata yurtlarında dış baskılar sebebiyle kendilerini devamlı “tehdit” altında hissetmiş, coğrafyalarındaki iklimin kurak olması ve ekonomik sebebler nedeniyle gelecekle ilgili “kaygı” duymuş ve istikbale “güven” içinde ulaşmak için yeni bir kapı aralama adına “arayış” içine girmişlerdir. Bu psikolojik ve sosyolojik ortam, ata yurt Türkistan’daki aksiyoner öncüleri “merak” içinde arayışa itmiş ve “İslam” inanç değerlerinin sunduğu açılım imkanını kullanarak, hayata karşı bir duruş ortaya koymuşlardır. Bu duruşun, istikbale kapı aralamak için ürettiği göçebe ruh iklimine dayalı insan modelinin adına “AlpEren” denir. Diğer bir ifade ile AlpErenlik, Türkistan’daki
“aksiyoner öncülerin” kendilerini hayata karşı konumlandırırken zihinlerinde başlattıkları, daha sonra da eyleme dönüştürdükleri “fetih ruhuna” dayalı bir yaşam felsefesidir. AlpErenliğin düşünce yapısının oluşmasında yaşanılan mekanın şartları ve inanç değerlerinin derin bir etkisi vardır.
Türklere istikbalde yeni bir kapı aralamak için yola çıkan alperenler, “dik durmak, düz yürümek ve doğru olmak” manasına gelen “istikamet” sahibi şahsiyetlerdi. İstikamet sahibi olmak ise “bilgi” ile donanmayı gerektirmekteydi. Zira “güç” sahibi olmak bilgiden geçmekteydi. Bilginin güç ve gücün bilgi ile olan irtibatı “sevgi” ile sağlanmazsa etkileşimden ortaya çıkan sonuçun insanlığa huzur ve güven getirmeyeceğinin idrakinde olan AlpErenler, madde ve mana arasındaki ilişkinin bir denge içinde sürmesini sağlayan sünnetullahı muhafaza etmeyi hayat düsturu olarak benimseyen sevgi dolu insanlardı.
AlpErenlerce, yaratılanı yaşatmak en büyük değer kabul edilmiş, bu değeri yaşatmanın yolunun bilgiye dayalı sevgiden geçtiği önemle vurgulanmıştır; bilgisiz sevginin, insanı bırakın yaşatmayı, insanlık onurundan çıkarıp maddeye esir ettiği hatta daha da kötüsü insanı insana köle etmeye kadar taşıyıp insanın “imhasına” sebebiyet vereceği hatırlatılmış; yine sevgisiz bilginin de insanı canavarlaştıracağı ve aklını putlaştırarak vicdanı köreltip insanlıktan “ilgasına” sebebiyet vereceğine dikkat çekilmiş; netice itibari ile AlpErenlerce sevgi bir hayat düsturu olarak kabul edilerek yüzyıllarca yaşanmış ve yaşatılmıştır.
AlpErenlik düşünce sisteminin yüzyıllar boyunca yaşayarak günümüze kadar izlerinin gelmesi ve bir maya hüviyetinde varlığını devam ettirmesinin en büyük etmenlerinin başında kullandığı duru ve sade Türkçe gelmektedir. Milletlerin davranış özelliklerinin tarihsel süreç içerisinde aktarımını sağlayan en büyük unsur dildir, aynı dili konuşan fertlerin ortak toplumsal davranış örüntüsünün dahilinde hareket ettikleri düşünülürse, Türklerin ata yurdu Türkistan’dan Ahmet Yesevi’nin tutuşturduğu AlpErenlik ruhunun, Anadolu’ya Yunus Emre gibi şahsiyetler ile yansımasında ve hayat bulmasında en önemli araç sade ve duru bir şekilde kullanılan Türkçe olmuştur. Zira dil, düşüncenin ikametgahıdır. Milletler, ortak duygu ve değerlerini dil üzerinden tesis ederler. Bu kapsamda AlpErenlik düşünce sistemi Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar geniş bir coğrafyada Türkçe üzerinden kendini inşa etmiştir.
*********
Bugün tarihi süreç içerisinde alperenlerin ayağını bastığı ve Türk-İslam medeniyet anlayışının yeşererek huzur ve güven dağıttığı coğrafyalarda zülüm, kan ve gözyaşı hakimdir. Diğer bir ifade ile bu huzur beldeleri tabir yerinde olursa adeta kayıp coğrafyalara dönüşmüştür. Emperyalist güç odakları tarihi yaşanmışlıkların tekerrür etmesinin önüne geçmek için her türlü imkânı seferber ederek Türk milletini Anadolu coğrafyasında hapsederek beka sorunu ile karşı karşıya bırakmak istemektedir. Türklerin mazide ata yurtlarında olduğu gibi günümüzde de anayurtları Anadolu’da istikballeri için endişe duyarak kaygılanması, aslında yeni bir diriliş hamlesi yapma imkanını sağlaması bakımından önemli bir gelişmedir. Çünkü böyle bir sosyo-psikoljik ortamda Türkler birlik, beraberlik ve huzurlarını temini adına güvenli bir alan oluşturmak için harekete geçecektir. Bu noktada yapılması gereken açık ve nettir: “AlpEren insan modelinin yeniden ihyasıdır”. Bu diriliş hamlesi kayıp coğrafyaların beklediği kahraman, AlpErenlerin tarihte inşa ettiği kutlu medeniyetin yeniden inşası için ilk tuğlayı yerine koymak manasına gelmektedir.
Okunma Sayısı :
1206
19 Kasım 2018