Sevgili Başkanlarım
Hepimizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Milletimizin vermiş olduğu Milli Mücadelede ve Cumhuriyetimizin temelinin atılmasında önemli bir konuma sahip Sivas’ta, Anadolu-Sen Konfederasyonu il başkanlığınızın düzenlemiş olduğu “Osmanlı’dan Günümüze Türk Sendikacılığı” konulu konferansta bir araya gelmek, vermiş olduğumuz sendikal mücadelenin ne derece milli ve manevi değerlere atıf yaptığının bir göstergesidir. Nurettin Topçu “Coğrafya kaderdir” der. Gerçekten de Türk Milletinin bağrından çıkmış bir sivil toplum örgütü olarak, tarihi misyonunuzun farkındayız inşallah üzerimize düşeni de ziyadesi ile yapacağız. Bugün tarihi derinliğe sahip güzide şehrimiz Sivas’ta ortaya koyduğumuz irade bu kararlılığın tezahürüdür. Ayrıca bugün Türk Sendikacılığının tarihi konusunda bir otorite olan Prof. Dr. Adnan Mahiroğulları Hocamıza da bizleri kırmayarak aramızda olduğu i ve az önce yapmış olduğu doyurucu konuşmasından dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
Sevgili Başkanlarım
Sendika, sanayi toplumuna geçişle birlikte başlayan yeni üretim-tüketim ilişkileri ağının neticesinde meydana çıkmış bir kavramdır. Geleneksel toplum yapısının üretim-tüketim kültürünün ürünü olan güçlü mesleki örgütler medeniyet tarihimizde vücut bulmuştur. Bir sivil örgütleme modeli olarak Ahilik teşkilatı yıllarca Anadolu coğrafyasına damgasını vuran bir mesleki teşkilatlanma olarak hizmet vermiştir. Ancak konumuz itibari ile geleneksel toplum yapısının bir ileri aşaması olan sanayi toplumunun bir ürünü olan sendika kavramını ele aldığımızdan dolayı Osmanlı Devletinin geleneksel toplum yapısına denk gelen Ahilik teşkilatı ile ilgili sadece bu kısa bir bilgilendirmeyi yetineceğim. Şimdi konumuzu Osmanlı Devletinin sanayileşme gayretlerine başladığı ve ilk fabrikaların açıldığı 2.Mahmut dönemi ile giriş yapmak istiyorum.
Sevgili Başkanlarım
2.Mahmut’un (T. 1826)Osmanlı Devleti’nde askeri alan başta olmak başlattığı yenileşme hareketi kapsamında ihtiyaç duyulan ürünlerin temini için açtığı Feshane, Beykoz Kundura ve Hereke fabrikaları, işçi kesiminin doğuşu ve geleneksel üretim ilişkilerinin değişimimin ilk ayak sesleri olmuştur. Bu süreci Osmanlı coğrafyasının ulaşım imkanlarını geliştirmek için başlanan demiryolları ve maden ocaklarının açılışları (T.1860) takip etmiştir. Bu gelişmelerin hepsi işçi sayısının çoğalmasını, beraberinde işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş kazalarına karşı tedbir alınması, mesai sürelerinin belirlenmesi gibi sorunların çözümü için de derneklerin kurulması sürecini başlatmıştır. İttihat ve Terakki kadrolarının büyük bir gayret ile giriştikleri Milli şirketler oluşturmak için Milli İktisat Politikaları geliştirme gayretleri gerek iç karışıklıklar gerek dış savaşlar nedeni ile sonuçsuz kalmış ve neticede sanayileşme çabaları yeteri hızla yol alamamıştır. Öyleki 1915 yılına gelindiğinde o zamanın imkanlarına göre yapılan tespitte Osmanlı Devleti’nde 15.000 bin işçi olduğu tespit edilmiştir.
Sevgili Başkanlarım
Bu sanayileşme çabalarının ürünü olarak açılan fabrikalar ve iş yerlerinde çalışan işçiler haliyle örgütlenme gayreti içine de girmişlerdir. Bu kapsamda 1895 yılında Osmanlı Amele Birliği, 1901 yılında Tütün Amaleleri Saadet Birliği, 1908 yılından önce kurulan Hamurkar Cemiyeti, 1907 yılında Şark Demiryolları Şirketleri İşçiler Cemiyeti kurulmuştur. Bu dönemde kurulan işçi örgütlenmelerin çok sınırlı olmasının sebebi, Kanun-i Esasi’yenin cemiyet kurma ve toplu eylem yapmaya getirdiği yasaklar olmuştur. 1908 yılında 2.Meşruiyetin ilan edilmesi ile birlikte 1913 yılına kadar 80 işçi örgütü kurulmuştur. Ancak kurulan bu örgütlerin çoğunun öncülüğünü sosyalist ve marksitlerin yaptığı yaptığı bir veri olarak ortadadır. Bu durumun bir yansıması olarak işçi örgütlerinin kurduğu dört üst birlikten bir tanesi milli bir hüviyete sahiptir. Bu üst birlik Türk Çalışma Cemiyeti Azası olan Mehmet Nurettin Bey’in ilk genel başkanı olduğu ve kurulduktan sonra 26. İşçi Cemiyetinin kurulmasına öncülük eden İstanbul Umum Amele Birliği’dir ve 1922’de Milli Ticaret Birliği öncülüğünde kurulmuştur. Örgüt İzmir İktisat Kongresine işçi örgütü olarak iştirak etmiştir.
Sevgili Başkanlarım
Osmanlı Devletinden sonra kurulan yeni Türk Devletinin ilk ve önemli icraatlerinin başında gelen İzmir İktisat Kongresine (T.1922) katılan işçi örgütü İstanbul Umum Amele Birliği o günün şartlarına göre çok ileri olan bir bakış açısını içeren 36. Maddeden oluşan bir bildiriyi kongrede sunmuştur. Ancak bildiride dile getirilen taleplerin bir çoğu ülkenin içinde bulunduğu siyasi şartlar, askeri ve sivil yöneticilerin sendikacılığa iyi gözle bakmayan zihni yapısı, yasal ve hukuki alt yapı (Ta’til-i Esgal, Takriri Sukun Kanunu, Cemiyetler Kanunu) eksikliği , dünyanın içinden geçtiği ekonomik krizin sanayi gelişimi yönünden ülkeyi olumsuz yönde etkilemesi, Türk toplumu medeniyet algısının sosyokültürel yapısının sınıflı topluma ve burjuvazinin oluşumuna uymayan yapısı gibi bir çık farklı sebebler nedeni ile çok partili hayata geçiş olan 1947 yılına elde edilememiştir. 20 Şubat 1947 yılında ilk sendika kanunu “5018 Sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakları” adı ile Resmî Gazetede yayınlanarak hayata geçti.
Sevgili Başkanlarım
5018 Sayılı kanunun üzerinden yıllar geçmesi daha geniş sendikal hakları içeren kanunların çıkmasına rağmen aslında değişmeyen ve daima tartışma konusu olan aynı zamanda sendikaların kendi doğal gelişiminin önünde de engel teşkil eden siyasi partilerin vesayeti altında kaldığı görüşüdür. Ben konuşmamın bu bölümünde “Sendika ve Siyaset ilişkisi” üzerinde durmak istiyorum.
Sevgili Başkanlarım
Sendikaların en önemli işlevlerinin başında ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasi işlevleri gelmektedir. Bu işlevlerin içinde siyasi işlev çok hassas bir noktayı teşkil etmektedir. Zira insanın var olduğu her yerde toplum; toplumun var olduğu her yerde de bir kurum olarak siyaset olagelmiştir. Gündelik sıcak siyasetle uğraşmayan hatta bilinçli olarak ilgilenmeyen bireyler, bazı konularda hükümetin kendisi ile ilgili bir konuda çıkardığı bir kanun vesilesiyle siyasallığın bir kenarında yer almakta ve mecburen siyasetle ilgilenmektedir. İnsanın siyasallığı, toplumsallığından ve bireysel durumundan bağımsız olamayacak bir varoluşsal durumdur. Bu kapsamda “siyasal toplumsallaşmaya, insan için kendisini içinde huzurlu hissettiği, doğrularını paylaştığı ve değerlerini benimsediği bir “dünya”ya dâhil olma ve yine bu yolla bir tür “ötekilerin dünyası”ndan kendisini ayrıştırma sürecidir” denilebilir. Siyasal partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve olağan üstü sosyal, kültürel ve ekonomik olayların her biri, bireyin siyasal toplumsallaşma sürecine etki eden ana unsurlardır.
İnsanın varoluşuyla birlikte nerdeyse onunla iç içe olan siyaset, “bir görüş ve anlayışa göre, toplumda yaşayan insanlar arasında bir çatışma, bir mücadele ve kavgadır. İnsanlar yaradılışları, sosyal ve ekonomik durumları bakımından değişik çıkarlara sahiptirler. Aralarındaki düşünce çıkar ve psikolojik eğilim farklarından doğan çatışma siyasetin temelini oluşturur. Bu görüşü benimsemeyenlere göre ise siyasetin amacı, her şeyden önce toplumda bütünlüğü sağlamak, özel çıkarlara karşı koyarak genel yararı ve insanların “ortak iyiliğini” gerçekleştirmektir. Bu görüşü savunanlara göre siyaset, herkesin yararına olan bir toplum düzeni kurma çabasıdır.” İki görüşün ortasını bulan üçüncü bir görüşe göre ise “siyaset, hem bir çatışma ve iktidar mücadelesi hem de aynı zamanda toplumda düzeni oluşturmanın bir aracıdır.” Farklı görüşler ortaya konsada aslında bir toplumda siyasetin niteliğini belirleyen ana etken, yapı ve kurumların varlık kazandığı toplumsal zemindir. Siyasetin toplumsal zemini aynı zamanda toplumun kültürünü de siyasi tahlile katmaktadır. Yine aynı şekilde her toplumda farklı siyasi kültürler de mevcut olabilir. Bu farlılıkları bir çatışma unsuru değil düşünce zenginliği olarak görmek, buna paralel olarak bu ihtilafları çözebilecek ya da en azından çatışmaya dönüştürmeden devam edebileceği asgari bir mutabakat çerçevesinin çizilebileceği siyasi iklimi toplumlar üretebilmelidir.
Sevgili Başkanlarım
Konunun özü itibariyle siyaset yapma işini sadece siyasi partilerin tekeline veren, sivil toplumu bu tekelin dişleri arasında öğüten bir siyasi kültürün, siyaseti bir ikna etme sanatı eksenine çekmesi ve siyasal toplumsallaşmayı sağlıklı bir mahiyette sağlaması mümkün değildir. Her ne kadar bu noktadan olumluya doğru akan bir süreç var gibi gözükse de maalesef ki mevcut reel siyaset anlayışı ağırlıklı olarak tarifi yapılan negatif mecrada akmaktadır. Siyasetin toplum nazarındaki bu olumsuz imajının silinerek, sivilliği de ön planda tutan bir medeni siyasi kültür ve üslubun inşa edilebilme imkânı ancak demokratik hukuk devleti çerçevesinin hâkim olduğu bir toplumsal yapıda mümkündür. Ancak her şeyden önce “hukuku ve kurumları değiştirmek fevkalade mühimdir fakat ehemmiyetli olan onları hayata geçirecek insanların, ruhun ve kültürün değişimidir.” Eğer bu değişim gerçekleşirse işte o zaman “toplum kendisini, demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfetmiş olacaktır. Böylece siyasetin alanı ve tabanı da genişleyecektir.”
Demokratik bir sistemde “siyaset” kuramsal olarak iki alana ayrıştırılmakta ve birbirleri açısından denge ve denetim sistemi işlevi görmesinin sağlanması öngörülerek güvence altına alınmaktadır. Bir yanda devletin temsil ettiği “kamu alanında” bir nevi “mekanik sistemin” adeta “işlemcileri” konumda algılanan bürokrasi, yani atanmış “kamu çalışanları kadroları” diğer yanda “özel alanda” bir nevi “organik sistemin” adeta “eylemcileri” konumunda algılanan siyasi yapılar, yani “seçilmiş kadrolar”. Kamu alanındaki faaliyetlerin, daha “insani boyutlarda” tutulmasını sağlamak amacıyla, mekanik bir mahiyette işlemesi gereken “kamusal işlemler”, özel alandaki organik sistemlerin eylemleri tarafından “denge ve denetim” altında tutulmaktadır. Ancak demokratik bir sistemde memurlar her ne kadar mekanik bir sistemin işlemcileri konumunda bir kamu hizmeti “işlevi” yerine getirseler de, aynı zamanda kurdukları sendikalar ile de özel alanda siyasi işleyişi denetleme ve gözetleme noktasında “eylem” icra etmektedirler. Yani normal ölçülerde işleyen tüm bu süreçler esasında yönetsel bir mekanizmadan ibaret olan demokratik sistemi güvence altına almaya amaçlamaktadır.
Sevgili Başkanlarım
Ülkemizdeki memur sendikalarının en önemli işlevlerinden biri de, sağlam temellere oturtulmuş demokratik bir hukuk devletinin inşasına gönül vererek gayret etmek olmalıdır. Aynı noktadan hareketle sendika üyesi kamu çalışanlarının en önemli görevlerinden biri de üyesi oldukları sendikaların elde ettikleri kurumsal iradelerini, politize olarak siyasi partilerin adeta emrine verip, “gölge varlık” konumu düşmesini engellemektir. Ne var ki sendikacılığın ülkemizdeki müktesebatına baktığımız zaman durumun bu noktada pek parlak olmadığı ortadadır. Bu nedenle sendikaların bu duruma son vererek, gerçek kimliklerine bürünüp “asli varlık” konumuna geçmeleri lazımdır.
Sevgili Başkanlarım
Netice itibariyle tabi ki sendikalar işlevlerinin bir gereği olarak siyasi işleyişin ve siyasetin içinde temel aktörlerden biridir. Zira siyaset sosyolojinde siyasal partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve olağan üstü sosyal, kültürel ve ekonomik olayların her biri, bireyin siyasal toplumsallaşma sürecine etki eden ana unsurlardır. Buradaki ince ayrım, sivil toplum örgütleri açısından önemli olan şeyin, kamu çalışanları ve ülke meseleleri ile ilgili konularda, siyasetin bir aracı olan siyasi partilerin arka bahçesinde adeta bir figüran olarak rol alan değil, onlardan yapı olarak bağımsız, sivil bir dil ve üslupla konulara yaklaşan bir anlayışla fikir ve eylem üretmektir.
Sevgili Başkanlarım
Türk sendikacılığı hakkında özverili çalışmalara imza atmış olan saygıdeğer Prof.Dr. Adnan Mahiroğlu Hocamızın yaptığı doyurucu konuşmanın akabinde yaptığım bu uzun konuşmayı sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkürlerimi sunuyorum. Sağ olunuz, var olunuz. Kamu Çalışanları başta olmak üzere milletimizin daha müreffeh yarınlara kavuşması için verdiğimiz mücadele Allah (cc) yar ve yardımcımız olsun. Tekraren hepinizi hürmetle selamlıyorum.
Okunma Sayısı :
688
05 Aralık 2018