Saygıdeğer Davetlile
Sevgili Alperenler

Hepinizi en kalbi duygularımla selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum. Bugün gönül ve fikir adamı Seyit Ahmet Arvasi Hocamızı anmak için, sizin gibi güzide bir toplulukla, İzmir’de bir araya gelmeyi nasip eden Cenab-ı Hakka hamd, O’nun Resulüne salat ve selam ediyorum. “Ben, İslam iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslamiyeti gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim” diyen Seyit Ahmet Arvasi Hocamıza Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, mekanı cennet olsun inşallah. 

Sevgili Dostlar
 
1932’nin soğuk bir Şubat günü, Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde dünyaya gözlerini açan Seyit Ahmet Arvasi, ailece Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlı Arvas köyündendir. Babası Abdülhakim Efendi, annesi Cevahir Hanımdır. İlkokula Van’da  başlamış Doğubeyazıt’ta tamamlamıştır. Ortaokulu Erzurum’da bitirmiş ve lise tahsiline Erzurum Erkek Öğretmen Okulunda başlamış, Van Erciş Öğretmen Okulunda tamamlamıştır. 1952 yılında Ağrı’nın Molla Şemdin Köyü’nde öğretmenliğe başlamış, 1958 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirerek çeşitli eğitim  Enstitülerinde pedagoji öğretmenliği yapmıştır. 1978 yılında İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde 24 arkadaşı ile birlikte siyasi amaçlar nedeni ile sürgün edilmiştir. Bu nedenle emekli olmak zorunda kalan Seyit Ahmet Arvasi, dava arkadaşlarının isteği ile siyaset girmiş, 12 Eylül Darbesi ile Mamak Hapishanesi’nde çile doldurmuştur. İlk kalp krizini hapishanede geçiren Seyit Ahmet Arvasi, 31 Aralık 1988 yılında daktilosunun başında geçirdiği ikinci kalp krizi neticesinde vefat etmiştir.

Sevgili Dostlar

Mütefekkir ve gönül adamı olan Seyit Ahmet Arvasi’nin hayatının mahiyetini, kapitalist ve kominist ideolojilerin dişlileri arasında öğütülmeye çalışılan Türk Gençliğinin varoluş gayesini ortaya koymak, bu uğurda her türlü fedakarlığı göze alıp mücadele vermek olarak özetleyebiliriz. 
Arvasi Hocamız, Batı felsefesinin “insan efsanesini yıkmaya” yönelik olduğunu, J.J. Rousseau’nun, Müsavatsızlık Üzerine Nutuk kitabında “insanı soysuzlaşmış bir hayvan”a benzettiğini; Montaigne’in, Denemeleri’nde insana “hasta hayvan” sıfatını uygun gördüğünü; S.Freund’un, insanın hayvani insiyaklar üzerinde tırmanışa geçtiğini ifade ettiğini; Marksistlerin ünlü psikoloğu Pavlov’un ise şartlı refleks kompozisyonu ile insanın iradeye dayalı fonksiyonlarını reddettiğini belirterek, tüm bu bakış açılarının, insanı fıtratından uzaklaştırmaya matuf olduğunu açıklar. Türkiye’nin bu ideolojilerin etkisinde kalarak, 78’li yıllarda “en uygar hayvan biziz” şarkısı ile Eurovision yarışmasına katılacak hale düşürüldüğünü belirten Arvasi Hocamız, bu olumsuzluktan kurtulmanın reçetesini, beşeri ideolojilerden azade “hür insan” yetiştirmekten geçtiğini beyan eder. Yani Arvasi Hocamıza göre ancak “Allah’tan gayrısına kul olmayan” bir insan tipinin inşa edilmesi, Allah’ın halifesi olan insanı aslına rücu ettirebilecek güce sahiptir. Yani “hür insan” nefsin çıkmaz sokaklarının yolcusu “aklı sakim” (dar akıl) sahibi olmaktan uzak “kitabı ekberi” müşahade eden “aklı selim” sahibidir. Hür insan diğer bir ifade ile “insan” ve “insan ötesini” sünnetullah gereği “vahyin ve tevhidin” ışığında inceleyerek, mutlak hakikate yol alan “eşrefi mahlukat”tır. İşte Arvasi Hocamıza göre, ancak böyle bir “hür insan” modeli, modern zamanın, kendisini içene çekmek istediği girdaptan fıtratını bozulmadan muhafaza edebilir. 

Sevgili Dostlar

Arvasi Hocamıza göre insanın hayatına yön veren din, vicdanı “iman”la, aklı “tefekkür”le,  cemiyeti getirdiği “norm”larla besleyen ve kavrayan bir ilahi nizamdır. Bu kapsamda Mutlak Varlık iradesi ile insanoğlu, kendinin ve varlığının sırrını çözmekle görevlendirilmiştir. Kendisini ve davranışlarını kritik edebilme manasına gelen şuurunu kullanarak “düşünen insan” mertebesine ulaşan fertlerin, dünyadaki en temel sorumluluğu “kitabullahı” öğrenmektir. 

Sevgili Dostlar

Arvasi Hocamız, dinimizin dört temel kaynağı olduğunu ifade ederek “Kitap, sünnet, icma ve kıyas” (edille-i şer’iyye) diye sıralar. Bu temeller üzerine İslamı bina ederek, iki önemli kavram olan “şeriat ve tasavvufa” dikkatimizi çeker. Şeriatı, edille-i şer’iyye ile ortaya konan, müslümanların yapması ve yapmaması gereken işleri bildiren “ilahi nizam” diye tarif ederek, tasavvufu bu ilahi nizamın sınırlarında kalmak şartı ile yine samimi bir aşk, vecd ve heyacan ile “dinin özüne”, esrarına ve zevkine “kemali edep” ile ulaşma gayreti olarak ifadelendirir. Şeriat ve tasavvufu insanın dış ve iç ahengini inşa eden iki önemli kavram olarak ele alır.  İslamiyeti sadece bir dış disiplin (şeriat) zannedenleri aşksız, vecdsiz ve heyecansız ham ve kaba yobaza, şeriatı inkar ederek iç derinliği (tasavvuf) yakalamak isteyenleri ise başıboş ve sefil “sahte sofiler” olarak niteleyerek her iki grubunda İslamı temsil ve tebliğ ehliyetine haiz olmadığını belirtir.                

Sevgili Davetliler
Arvasi Hocamız, dinin değer ürettiğini, ahlakın bu değerleri yaşam haline getirdiğini, hukukunda bu yaşamı kurallaştırdığını belirtir. Akabinde Türk tarihinde bu ölçüler doğrultusunda iz bırakan İmamı Azam,  İmam Maturidi, Ahmet Yesevi gibi şahsiyetleri zikrederek, Türk milletinin kendine has bir Türk-İslam Medeniyeti inşa ettiğini belirtir.

Sevgili Davetliler

Bu noktayı biraz daha açarsak, Matüridilik sosyal, kültürel, felsefi boyutu olan dini ve fikri bir düşüncesi sistemidir. Belirli bir amaca göre birbirinin mütemmim cüzü olan fikri bir örgü ve bunun üzerine temelendirilen dini bir öğreti içeren Matüridilik, bir ilkeler manzumesidir. Tarih boyunca kültürün önemli bir boyutunu oluşturan dini birikimlerin, belli bir süreden sonra donuklaşarak zamanla bozulması neticesinde müntesiplerini nefes alamayacak hale getirmesine fırsat vermeyecek yegane bakış açısı, günün bilim ve teknolojik gelişimine ayak uydurarak yeniliğe ve değişime açık olmaktan geçmektedir. Tarihi çizgiyi muhafaza ederek gelişimi ve yeniliği temin etme açısı içinde olmak, toplumların aslını yitirmedim var oluşunun temel koşuludur. Bu temel koşulları Türk düşünce hayatında Ebu Hanife’nin (MS.Ö. 757) “hukuki düşünce ve içtihat metodu” ile Maturidi’nin (MS.Ö. 950) “tevilciliğinden” oluşan düşünce sistemi sağlayacak güçtedir. 

Matüridilik, aklı ve sağduyuyu önceleyen bir anlayışla dinin, milli kültürle kaynaşmasını temin eden, böylece İslam ümmetinden olan ancak farklı kültürlerden beslenerek İslamı yorumlayan toplumların, birbirinin farklılıklarını bir çatışma unsuru olarak görmemesini, tam aksine bir zenginlik olarak algılamasını sağlayan bakış açısını bünyesinde barındıran bir düşünce sistemidir. Ehli sünnet çerçevesinde Maturidi düşence sistemine dayanılarak meydana gelen ahlaki yapı ve inanç ilkelerinin etrafında ortaya koyulacak olan metafiziksel çerçeve, tüm İslam ümmetini farklılıklarına rağmen kuşatacak bir genişliğe sahiptir. Tarihte Osmanlı Devleti’nin, bu anlayıştan beslenerek ortaya koyduğu adalet, güven ve hoşgörü esasına dayalı, insanı yaşatılması gereken en değerli varlık olarak gören, İbrahimi Milletleri ise hayırda ve güzel işlerde yarışması için Allah’ın yarattığı toplumlar olarak kabul eden bir medeniyet tasavvurunun başarı hikayesi, bu hakikati doğrular niteliktedir. 

İyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli bayağıdan, “tefrik etmeye” yarayan en büyük nimet “aklı” kullanarak İslam dininin günlük hayatta karşılaşılan “ameli” sorunlara cevap verebilmesi için hukuki düşünce ve içtihad metodunu ortaya koyan İmamı Azam Ebu Hanife; dinin kültürle uyum içinde “terkip” edilmesi için “aklı” kullanarak “akidevi-inanç” konularının “tevil” edilmesini bir metod olarak ortaya koyan Ebu Mansur Maturidi; İslam dininin inanç ve ibadet boyutunun içselleştirilerek bir “ahlak” anlayışının doğmasına vesile olan Piri Türkistan Ahmet Yesevi ile bir bütünün mütemmim cüzü tamamlanmış ve Türk düşünce sisteminin “inanç, ibadet ve ahlak” bütünlüğünü bünyesinde barındıran “Alperen” insan tipi doğmuştur. 

Sevgili Dostlar
Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu güven, adalet ve huzuru temin edecek dini düşünce sisteminin özeti Hanefi-Maturidi-Yesevi zihniyetinin bünyesinde mevcuttur. 
            
Sevgili Dostlar 

 Arvasi Hocamız, işte bu damarın diri tutulduğu müddetçe kızıl ve kara emperyalizmin amacına ulaşamayacağını ve İslam ümmetinin huzur içinde olacağını ifade eder.

Sevgili Davetliler

Türklerin ortaya koyduğu Medeniyet tasavvurunun dayandığı (Hanefi, Maturidi, Yesevi) zihin yapısı, emperyalistler için en önemli tehdit kabul edilmiş ve her daim hedeflerinde olmuştur. Emperyalist güçlerin en büyük teorisyenlerinden biri olan Arnold Toynbee, 1950 yılında Kaliforniya Üniversitesi’ne yazdığı bir makalede özetle “İslami anlayışları Güney Müslümanlığı ve Kuzey Müslümanlığı olarak tasnif etmiştir; Güney Müslümanlığının Selefi, Mutezile ve Eşari akaidine dahil olduğunu ve Batı için tehdit teşkil etmediğini, yapısı itibari ile kontrol altına alınıp kullanılabileceğini belirtmiştir;  Kuzey Müslümanlığı olarak ifadelendirdiği Buhara-Semerkant-İstanbul eksenindeki İslam anlayışının ise Batı için halen tehdit oluşturduğunu, mutlaka kontrol altına alınması gerektiğini ifade etmiştir.” Aslında Toynbee’nin Kuzey Müslümanlığı diye tarif ettiği coğrafya, Arvasi Hocamızında diri tutulması istediği Hanefi fıkhı, Maturidi itikadı ve Yesevi ahlakının hakim olduğu, tarihte AlpEren insan tipi ile Nizamı Alem idealini hayata geçeren Türk coğrafyasıdır.

Sevgili Dostlar
Arvasi Hocamız “İslam dünyasında “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin” dışında kalan ve ana caddesinden gerek itikat ve gerek ibadet bakımından ayrılan ve maalesef çok defa siyasi maksatlara paralel olarak gelişen akımlar vardır. Bugün İslam dünyasının böyle perişan düşmesinde, bu siyasi maksatlı sapık kolların ve yolların büyük payı vardır. Esefle belirtelim ki, bu tehlikeli akımlar büyük Osmanlı-Türk Devletinin yıkılmasından ve Ehl-iSünnet ve’l Cemaatin sahipsizce başsız kalmasından sonra, daha da azgınlaşmış bulunmaktadır. Başta Türk dünyası olmak üzere bütün İslam dünyasını sömürgeleşmekten kurtulmak için kanaatimizce, Türk milliyetçileri mutlaka bu boşluğu doldurmak zorundadır. Yine esefle belirtelim ki, dün olduğu gibi günümüzde de çeşitli renkteki süper güçler maksatlı ve art niyetli din akımları meydana getirerek İslam dünyasını avuçlarına almak istemektedirler. Bilhassa bu düşman güçler şerefli Müslüman Türk çocuklarının yeniden tarihi misyonlarını hatırlayıp, dünya sahnesine ana caddeden çıkmasından korkmaktadırlar. Bu sebepten, Türklüğü, İslam dünyasından tecrit etmek için ne mümkünse yapmak istemektedirler. Öyle ümit ediyorum ki, Türkoğlu, tıpkı Muhammet Alparslan gibi tıpkı Osman, Orhan, Murat, Fatih ve Yavuzlar gibi hareket ederek bu oyunları bozacaktır” diyerek buna olan inancını hiçbir zaman kaybetmeden gençliği yetiştirme idealiyle mücadele etmiştir.

Sevgili Dostlar
Emperyalist güçlerin hiç bitmeyen saldırılarına rağmen, bugün mazlumların ve mağdurların umut ışığı olan Necip Türk Milletini besleyen bir tarihi vardır. Millet olma şuuru vardır. Arvasi Hocamıza göre, tarih, milletlerin tarihi olarak gelişmiştir ve gelişmektedir. Ancak, çağımızda, milletler arası savaşlar, karakter ve silah değiştirmiş bulunmaktadır. Milletler birbirlerini “iç savaşlar” ile çökertmeyi denemektedir. Bunun için yıkmak istedikleri milletin, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısındaki problemleri istismar etmektedirler. Bu saldırılara maruz kalan Türk Milletinin yapması gereken, Türk Milliyetçiliğini ön plana alarak hareket etmektir. Arvasi Hocamız, bu noktada Türk Milliyetçiliğinin “biyolojik ırk” anlayışını merkeze alan “posa ırkçılığı” ile karıştırılmasına şiddetle karşı çıkarak, milletlerin hayatlarında önemli bir yer tutan ve sosyolojinin “içtimai ırk” olarak tarif ettiği anlayış üzerinden milliyetçilik anlayışını temellendirir. İçtimai ırkı, bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların  “soy birliği şuuru” olarak görür. Ortak bir  şuur tarzında beliren “mensubiyet duygusunun” soy ve kan birliği şuuru biçiminde de duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını birbirine yakınlaştırır. Aynı kültürün içinde yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar arasında “evlenmeler” kolaylaşacağından, tarih içinde, bir oluş ve yoğruluşla insanlar “fizikman”da birbirlerine benzemeye başlar. Yani sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bütünleşmelerden sosyolojik bir zaruret olarak zamanla bir “içtimai ırk” doğar.

Sevgili Davetliler

 İçtimai ırk anlayışı ile vücut bulan bir milletin nesillerini geçmişin hatırası ile kucaklaştırıp, halde birbirine kenetleyip, geleceğe umutla bakmalarını sağlarken kullanılacak en önemli “içtimai bağ”ın dil olduğunu ifade eden Arvasi Hocamız, “Türk dili, çağdaş ihtiyaçlara göre, tahrip edilmeden işlenip geliştirilmelidir” der. Arvasi Hocamız, “Türk içtimai ırkı da tarih içinde kolayca teşekkül etmiş bulunmakta ve gittikçe kuvvetlendirilmelidir. Bu sebebten Türk Milleti, yaşama iradesini kaybetmedikçe, kendi dilini bırakarak yabancı bir dille konuşmak istemez. O ne yabancı dillerin boyunduruğuna girmek ister, ne de dilinin tahrif edilerek içtimai fonksiyonunu yapamaz duruma düşürülmesine müsamaha eder” demektedir.

Sevgili Davetliler

Netice itibari ile içtimai ırk üzerine inşa edilen sosyolojik temelli Türk milliyetçiliği anlayışına sahip olanları, biyolojik ırk üzerine bina edilen edilen “posa ırkçılığı” ile itham etmeyi büyük haksızlık olarak görür. Arvasi Hocamız, Türk Milliyetçiliğini “Allah’ın nizamını yeryüzüne hakim kılmak için, Kur’an ve sünneti kendini metod olarak kabul etmiş bir iman hareketi” şeklinde tanımlar. Arvasi Hocamız, Türk Gençliğinin bu iman hareketi çerçevesinde bir dünya görüşüne sahip olması için ömrünü seferber etmiştir. 

Sevgili Dostlar

Arvasi Hocamız, gençliği “tazelik, enerji ve güzellik” olarak vasıflandırır. Türk Gençliğinin tek vücut haline gelmesinin yolunun “milli tarih, milli kültür, milli Ülkü” ideali etrafında toplanarak sahip olacakları “ruh ve beden” sağlığından geçtiğini ifade eder. 

Sevgili Davetliler

Arvasi Hocamız, gençliğin yetiştirilmesinden sorumlu olan “milli eğitimin fonksiyonlarını” sosyal, kültürel, ekonomik ve politik değerlerimizi ve ham maddemizi, çağdaş ihtiyaçlara göre işleyip geliştirebilecek kadroları hazırlamak olarak tarif eder. Arvasi Hocamız “Eğitim felsefemiz, biyoloji, psikoloji ve sosyoloji ilimlerini temel alınarak yürütülmelidir. Şimdi çağdaş pedagoglar tartışıyorlar! Kimisine göre “terbiyeden maksat güçlü şahsiyetler yetiştirmektir”, kimisi “terbiyeden maksat güçlü bir cemiyet kurmaktır”, kimisi “terbiyeden maksat devleti güçlendirmektir” demektedir. Ne hikmetse üçünü bir arada düşünmüyorlar, bunlardan sadece birine esas alıyor, diğerlerini ya ihmal, ya inkar ediyorlar. Böylece dünyamızı tek yönlü ve tek biçimli “eğitim felsefesi” istila etmeye başlıyor. Nitekim liberalistlere göre “Terbiye; ferdi farklara, ferdi kabiliyetleri, ferdi istek ve temayüllere dayanmadıkça başarılı verimli olamaz”; öte yandan Marksistler ve komünistler “terbiyede cemiyetçi”, faşistler de “terbiye devletçi” olmayı severler. Oysa İslam, ferdi de, cemiyeti de, devleti de “Allah rızasını kavrayan, insanların Allah’tan başkasına kul olmamaya davet eden, en güçlü şahsiyetlerin, en güçlü devletlerin doğmasına kaynak olan bir terbiye sistemini savunur. Kısacası İslam anlayışına göre terbiyeden maksat, büyük bir potansiyele sahip insanı, kendine yaraşır bir biçimde yoğurmak ve yüceltmektir. Tarihi eğitim müktesebatımızda bu anlayışla haraketeden Bağdat, Endülüs ve Anadolu külliyeleri başta olmak üzere uzun yıllar beşeriyete ilim kaynağı olmuşlardır. Buralardan yalnız “din alimleri” ve “mütefekkirleri” değil, büyük “kimyagerler, fizikçiler, matematikçiler, astronomi alimleri, doktorlar, mimarlar ve sanatkarlar da” mezun olmuşlardır. Bu terbiye sistemi ile müminler, hem ruhen hem bedenen geliştirilip yüceltiliyordu. İnsanlar “dünyaperest” yapılmadan dünyaya hakim olmanın yollarını öğreniyorlardı. Yine onlar zengin ve güçlü medeniyetleri kurarken, bütün bunların “Allah’ın nimeti” olduğunu bilerek “israf etmeden”, “adaletten ayrılmadan” hareket ediyorlardı, çalışıyorlardı ve yardımlaşıyorlardı. Mektepte, medresede  ve külliyede, ilim her şeyden önce “nizam-i alem”,  “İlay-i kelimetullah” ve “en güzel surette yaratılmış insanın” yüceltilmesi içinde. İlim ve teknik, insanın insana tahakkümünü kolaylaştırmak için bir vasıta değil, insanları Allah’ın hükümlerine teslim olmaya çağıran “en güzel yoldu“ diyerek tarihi eğitim müktesebatımız hakkında bilgi vererek, böyle bir mahiyette Türk Gençliğinin gelişmesi için “milli devlete” birinci olarak eğitim noktasında büyük görev düştüğünün altını önemle çizmiştir.

Sevgili Dostlar

Arvasi Hocamız, devletin en önemli olarak eğitimin ilk başladığı yer olan aileyi koruması ve muhafazası için özel gayret göstermesi gerektiğini ifade eder. Ailenin görevlerini bir, ruh ve beden sağlığına sahip nesiller yetiştirmek; iki, milli kültürü, milli ülküleri ve milli tarihi genç nesillere aktarmak ve muhtemel kültür emperyalizminin önüne geçmek; üç, çocuklara kabiliyetlerine uygun meşru bir iş ve meslek kazandırmak için devlet ile işbirliği içinde hareket etmek ve son olarak da yetişen nesillere huzur ve sükunet duyacakları güvenli bir yuva olmak diye sıralar. Arvasi Hocamıza göre ailenin sınırları çizilen bu sosyal görevleri yerine getirmesi için devlet her türlü Kanuni desteği sağlamalıdır. 

Sevgili Davetliler 

 Arvasi Hocamızın ailenin temel taşı olan kadının toplum işleyişinde sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayattaki konumu hakkında neler söylediği de önem arz etmektedir. Ancak süremizin kısıtlı olduğunu dikkate alarak uzun bir cümle ile özetlersek, ne kapitalizmin sonucu olan “burjuva veya burjuva özentisi kadın tipi”nin, ne de devletin himaye ve desteğini görmediğinden dolayı “proleterleşen kadın tipinin” Türk aile yapısına uygun düşmediğini, kadının ekonomik bağımsızlık hakkının olduğunu ifade ederek, bir anne olarak güçlü bir eğitimden geçerek “insanın yetiştirilmesine memur” edilmesi gerektiğini belirtir. Arvasi Hocamız bu kapsamda devlete büyük görevler yükler.

Sevgili Davetliler

Arvasi Hocamıza göre, insanlar devletten üç şey istemektedir. Birincisi  “klasik hak ve hürriyetlerin” çok yönlü bir teminat altına alınması, ikincisi, “külfet” ile “nimet” arasında denge kurularak “sosyal adalet” ve “sosyal güvenlik” sağlanması, üçüncüsü, iç ve dış barışı sağlayıcı bir devlet otoritesi. Arvasi Hocamız, bürokrasinin sosyal fonksiyonlar bakımından, cemiyette ve devletin işleyişinde hayli önemli bir yer işgal ettiğini belirterek, devletin çarkı bürokrasinin elindedir. Devlet ve memur kavramları birbirinden ayrılamazlar. Bürokrasi, “millet” ile “idare” arasındaki “blok”dur. Bu açıdan bakınca, “idareciler”, bürokratlar kanalı ile “milletiyle” irtibat kurabilir, “halka” hizmet götürebilir, onların dert ve meselelerine vakıf olabilir” der. Arvasi Hocamız, bu kadar önemli bir misyon yüklenen “memurların, hor ve hakir görüldüğü, refah ve sosyal güvenlikten mahrum kaldığı, terfi ile sicil müessesinin adaletsiz ellerde soysuzlaştırıldığı, ehliyetin yerine partizanlığın, iltimasın ve rüşvetin aldığı cemiyetlerde, bürokrasi küskündür, kırgındır, verimsizdir ve başarısızdır. Bu duruma gelmiş bir bürokrasiyi, korku ile, tehdit ile,  sürgün ile verimli ve başarılı kılmak mümkün değildir” diyerek “memurları, verimli ve başarılı kılmanın başka yolları vardır. Bunun için her şeyden önce, onların ortak dert ve meselelerinini bilmek ve bunlara çözüm getirmek gerekmektedir. Memurlar ne ister? İstekleri ortadadır? Onlar “sosyal refah”, “sosyal güvenlik” ve “sosyal adalet” isterler demektedir.

Sevgili Davetliler

Arvasi Hocamız, günümüz demokrasilerinde bunları istemenin yetmediğini, memurların teşkilatlanarak “demokratik bir baskı grubu” haline gelmesi gerektiğini, bu kapsamda memurların “siyasi otorite ve iktidar” karşısında bağımsız ve her sosyal dilimi teşkil eden kimselerin bütünü toplayan “sendikacılıktan” yana ağırlığını koymaları gerektiğini belirtir. Memurların bu araçla cemiyette “sosyal barış, sosyal adalet ve sosyal dayanışmanın” tesis edilmesi için mücadele etmesinin lüzumu üzerinde durur.             
   
İnsanlık tarihinin üretmiş olduğu iktisadi kurumlar ve kavramlar her ne kadar insanlık tarihinin ortak birikimini ifade etse bile her medeniyet anlayışının varlık duyuşu/bilgi duyuşu/değer duyuşunun farklı olması nedeni ile ortaya çıkan kurum ve yapılarda farklılık arz etmiştir. Bazen de farklı medeniyetlerin ürettiği kurum, yapı ve kavramlar diğer medeniyetlere geçişgenlik sağlamıştır. Burada önemli olan bir medeniyetten diğer bir medeniyete transfer edilen kavramın geçişgenlik yaptığı medeniyete tercüme edilerek içselleştirilmesidir. 
 
Sendika kavramı ve beraberinde ekonomik işlevler ilk olarak Batı toplumda yaşanmış bir sosyolojik tarihtir.  Batı toplumunu tanımlayan ana özellik sınıflı bir toplum yapısına sahip olmasıdır ve sendikada bu toplum yapısının ekonomik ilişkilerinin bir ürünüdür. Türk toplumunun medeniyet tasavvuru, insanların birbirinden bağımsız ve birbiriyle mücadele eden değil, karşılıklı bağımlılık ve yardımlaşma üzerine inşa edilen zihin yapısına dayanmaktadır. Bu nedenle sendika kavramı Batı toplumundan, Türk toplumuna geçerken mahiyet değişikliğine uğratılarak geçişgenliği sağlanmalıdır. Mütefekkir Seyit Ahmet Arvasi Hocamız 1970'li yılların başında "bugün loncalardan sendikalara geçmiş bulunuyoruz. Ancak sendikaların sınıf ve zümre kavgaları içinde bulunduklarına da tanıklık oluyoruz. Bilmem günümüzde toplumlardan imtiyaz koparmaya çalışan ve dar çıkar kaygıları içinde çırpınan sendikacılığın egoizmini yumuşatacak bir espriye  ihtiyaç yok mudur?  Bu konu düşünülürken lonca tecrübesinden yararlanmak mümkün değil midir?"  diyerek sendika kavramının çalışma hayatımızda bir değişime ve dönüşüme tabi tutulmasını kast ederek, dönüşümün dayanacağı zihin yapısı için Türk kültür ve medeniyetinin iktisadi kurumlarına atıf yapmıştır.

 Sevgili Davetliler
İnsanoğlunun maddeyi algılarken hangi zihin yapısı ile hareket ettiği sadece kendisini ilgilendiren değil, çevresini de etkileyen bir mahiyet arz eder.  Bu etkinin belki de en bariz hissedildiği alan ekonomidir. İktisadi sistemlerdeki hastalıklı zihin yapılarının ürettiği insandaki aşırı tüketim hırsının ve bencilliğinin önüne geçebilecek biricik güç ahlaki değerlerdir. Diğer bir ifade ile insanda bulunması gereken "bireysel sorumluluk" ile "sosyal sorumluluk" arasındaki dengeyi kurabilecek güç "ahlaki değerlerde" mevcuttur. Buna dikkat çeken Seyit Ahmet Arvasi Hocamız sendikal işleyişi kastederek "kanunlar mekanik ilişkiler sosyal barışı ve düzeni sağlamaya ve istismarı önlemeye yetmiyor zulmü kafalardan da vicdanlardan da silip çıkaracak bir şuur ve ahlaka muhtaç bulunuyoruz" demektedir.
 
Toplum yaşamını ayakta tutacak olan ahlak ve şuurun çalışma hayatında vücut bulması için sendikalara önemli görevler düştüğünü ifade eden Seyit Ahmet Arvasi Hocamız "sendikalar, eğitim görev yapan birer topluluk olarak kendilerini güçlendirmelidir" demiştir.
 
 Sevgili Davetliler
Emekten aldığı güçle hak arama mücadelesi veren sendikalar, verdikleri bu mücadeleyi "bireysel kimlik" üzerinden sağlam bir temele oturtarak bina etmeli ve mensuplarına bu kapsamda eğitim vermelidir. İnsan hak ve özgürlüklerinin öznesinin birey olduğu göz ardı edilerek, toplumun tamamını kuşatamayan dar grupçuluğa dayanan "kolektif kimlikler" üzerinden temin edilmeye çalışılan hak ve özgürlük arayışlarının, belirli bir süre sonra bireye haksızlık edilen bir sürece doğru evirileceği, günümüzde cereyan eden hadiseler dikkate alındığında acı bir tecrübe olarak ortadadır. Yine üzülerek kolektif kimliğin baskın olarak inşacısı konumunda olan bazı sendika hüviyetinde olan yapıların üyelerinin iradelerini silikleştirerek, teslimiyete dayalı biat kültürü üzerinden varlıklarını inşa edip üyelerini  mağdur ettiklerini görmekteyiz. Hâlbuki Arvasi Hocamızın çerçevesini çizdiği sendika anlayışı hayatın her alanını, tüm milleti kuşatacak bir mahiyete sahiptir, Ona göre “sendika denince akla sadece işçi ve işveren gelmemelidir. Bunlar sendikaya muhtaç iseler de toplumun diğer kesimleri de birer milli sendikaya muhtaçtırlar. Farklı sosyal dilimlerin sendikalar aracılığıyla kültürel, ekonomik, sosyal ve politik hayata ne tarzda etkili olacağı hususu, zaman ve mekânın şartlarına göre ilgililerce tayin edilmelidir. Bütün mesele sosyal ve siyasi hak ve vazifelerin adil ve milli bütünlüğü temin edici dengesini kurabilmededir" yani sendikaların hem tüm milleti kapsayan, hem de milli şuurla hareket etmesi gereken yapılar olduğunun altını önemle çizmiştir.

Saygıdeğer Davetliler
Sevgili Alperenler 

Arvasi Hocamız aynı zamanda bir şairdir ve bir de şiir kitabı vardır. Ben konuşmama Arvasi Hocamızın lise yıllarında yazdığı bir şiirde geçen ve onun vefat edinceye dair ruh iklimini ifade eden bir dörtlüğü ile son vermek istiyorum, “Ne gam, varsın dizlerim koşa koşa yorulsun, Saadetin, davanın, gerçek aşkın peşinde…. Boş hayaller kül olup rüzgarlarda savrulsun, Yaban gülleri gibi solsun çöl güneşinde.” Hepimizi Allah’a emanet ederek, saygı ve sevgi ile selamlıyorum. 




Makale - Yazılar